Bana köyümden bi’ selam gerek 🎶
Yaşadığım kentle ve mekanlarla ilişkim derindir, bazen de saplantılıdır. Bu derin ilişki olumlu gibi çağrışabilir ama bunca kent suçunun işlendiği İstanbul’da bana sadece hüzün ve öfke getirdi. Saplantılı ilişki de olumsuz çağrışabilir ama hep aynı kafede tezimi yazdığım günler bana Erdi’yi getirdi. Doğup büyüdüğümüz İstanbul’dan ilk defa bu kadar uzun süre ayrı kalmış iki insan olarak insan-kent ilişkisini, anılarımızı, evlerin ve mekanların ruh halimize etkisini sıklıkla konuşuyoruz. Belki bir seri gibi yazarım şimdilik bilmiyorum ama listenin başında Feriköy var.
Anneannem ve annemde Feriköy’ün gerçek bir köy olduğu zamanlara dair anılar var. Annemle evlenip eşinin köyüne, Feriköy’e yerleşen ve 37 senelik evliliğinde hiç başka yere taşınmayan babamda bir başka Feriköy var. 90’larda Feriköy’de çocuk olan ben, kardeşim ve kuzenlerim için bambaşka bir Feriköy. Annemin ve teyzemlerin çeşmeden su taşıdığı, bizim bisikletlerimizle arşınladığımız sokaklarda bugün beliren rezidanslarda oturan insanlar için kim bilir nasıl bir Feriköy var. Ailem bu kentsel dönüşümün gerçekleştiği yıllarda üç kuşak olarak hayatta olduğu için değişimi canlı izledi. Anneannemi kaybedeli bir sene oldu. Onun köyü artık bize anlattıklarından ve bizim hatırlayabildiklerimizden ibaret.
Benim için Feriköy 10 sene yaşadığımız Lala Şahin sokak. 1994’te babamın Baruthane caddesinde açtığı dondurma dükkanına yakın olmak için Eşref Efendi’den Lala Şahin sokağa taşınıyoruz. Bu sokak üç adada devam eder ve biz tam ortasında, Baruthane’yi Avukat caddesine bağlayan adadaydık, tarif ederken kilisenin sokağı derdik. Evimiz apartmanın giriş katındaydı ve arka cephede sadece bizim kullanabildiğimiz bir bahçe vardı, bahçede apartmanın boyunda bir kavak ağacı.
Karşı komşumuz yaşlı bir teyze ve oğlu Hasan amcaydı. Arka tarafta bahçelerimiz de komşuydu. Bu teyzenin yaşıtımız bir torunu vardı ve teyzeye Yaya derdi, bizim için de Yaya teyze olmuştu. Ermenice anneanne demek olduğunu çok sonradan öğrendim. Annem ve babam komşularımız hakkında konuşurken daire numaralarını kullanırdı. Bu saçma trendi devam ettirecek olursam 10 numaranın arabasını bisikletle çizmiştim, 9 numaranın kızı sokağımızı patenle tanıştırmıştı. 7 numara annemin en sevdiği komşumuzdu, Maraşlılardı ve annemin mutfağına meşhur ekşili çorbayı katmışlardı. Onların alt katı bir Ermeni çiftti ve Şebnem’le beni çok severlerdi. Yöneticimiz Bedros amcanın kamyoneti vardı. Eşi zamansız halı silkeler ve annemi çıldırtırdı. Yılın belli dönemleri Kanada’ya giderlerdi. Kamyonet imajı yüzünden Kanada’yı kamyonetle yolculuk yakınlığında sanmama sebep olmuşlardı.
Giriş katında olduğumuz için sokakta yürüyen insanlarla aynı seviyedeydik. Feriköy pazarına doğru yürüyen tanıdıkların ve kan ter içinde kalmış mahallenin çocuklarının su istemesine sebep olan bu cam seviyemiz annemin minik bir dinlenme tesisi gibi hissetmesine sebep oluyordu. Bu çok büyük evi tek başına ısıtması mümkün olmayan bir sobamız vardı. Neredeyse tüm detaylarını hatırladığım bu soba o kadar çok anının arka planı ki zihnimde. Harry Potter, Peggy Sue, Gülten Dayıoğlu ve nice kitaplar/yazarlar bu sobaya dayadığım ayaklarımdaki sıcaklığı ve fazla sıcaklıktan gerilen yanaklarımı hatırlatır önce. Kaskatı kuruyan çamaşırlar ve bütün kuzenlere annemin hazırladığı kızarmış ekmek-tereyağ ziyafetleri de en silinmez soba anılarımdan. Bir keresinde kuzenlerle peluş Tigger’ı sobanın üzerine düşürmüştük ve turuncu bir likit halini almıştı, cinayet mahalli gören çocuklar gibi o erimeyi uzun uzun izlemiştik. Şişli YKM’den aldığımız oldukça büyük bir langırtımız vardı ve okullar kapanınca aniden ortaya çıkardı. Bilgisayarın hiç girmediği bu evde bisiklet ve langırt dışındaki aktivitelerimiz, annemin lise yıllığını okumak, annem evden çıkınca makyaj malzemelerini kurcalamak, kuzenlerle saatlerce oyun hazırlayıp oynayamadan gitmeleriydi. Şebnem düz duvara da tırmanıyordu ama ben hiçbir zaman yapamadım. Okullar açılmadan önce kırtasiye için gidilen Dünya Gençlik Merkezi ve yazın girişiyle gidilen Damla dondurmanın bu mevsimsel popülerlikleri yüzünden kokuları ve renkleri var zihnimde. Gazi ve Kent sineması da benzer şekilde bir kokuya karşılık geliyor. (Damla dondurma hala bizimle!)
’99 depreminde bu evdeydik ve tüm apartman sokağa koşarken, giriş katındaki biz arka bahçedeki kavak ağacına sığınmıştık. O zamanlar toplanma alanı diye bir bilgi yoktu kimsede, ama Feriköylüler olarak İSKİ’nin bahçesinde geçirdik o günleri. Güya evlere girmiyorduk ama annem eve gidip yemek yapıyordu ve bu yemeği tencereyle İSKİ’ye taşıyordu. O yemeklerden biri türlüydü ve bugün hala annemin o koşullarda neden bu zahmetli yemeği seçtiğini bilmiyoruz. Afet nedir bilmeyen şanslı çocuklar olarak tüm sokak depremcilik oynamaya başlamıştık, bisikletlerimizle depremden kaçtığımız oyunlar kuruyorduk.
Hala rüyalarımda bu evi görüyorum, sonraki hiçbir evimizi sevmedim, sevdiğimiz komşumuz da olmadı. Sonraki evlerin birinde nasıl baskı yaşadığımızı, annemin doğup büyüdüğü mahalleye nasıl yabancılaştığımızı şu yazıda anlatmıştım. Aynı mahallenin insanları anneannemi kaybettiğimiz hafta, henüz duası devam ederken, ondan yadigar kalan ve tüm aile tarihimizin tanığı incir ağacımızı kestiler. Taşıma suyla yemek yapılan anneannemin Feriköy’ü ne kadar uzaksa artık benim çocukluğumun Feriköy’ü de o kadar uzak. Geçmişi neler yaşanmış olursa olsun bugünden daha iyi hatırlama fenomenini gözardı etmiyorum ama Lala Şahin sokaktan taşındığımız yıllarda başlayan toplumsal değişimlerin Feriköy’deki yansımasını biz tüm aile izledik demek isterim.
Bu yazı da incir ağaçlarıyla kavga etmeyenlere, anneannemin sağlıklı günlerinde oturup Feriköy halkını kraliçemiz gibi selamladığı parka, İstanbullu Hristiyanlara ait olduğunu yeni öğrendiğim ve bu sene mahrum kaldığım Paskalya çöreğine gidiyor.
Biraz da nostalji…