bu harika bir soru

5 Nisan 2016’da ne oldu?

2016 yılından beri Nisan ayının ilk haftasından pek hoşlanmam. Aklıma geldikçe dişlerimi sıktığımı farkettiğim vasatlıklar silsilesi bir minik yeni Türkiye anısı bu. Zihnim bu sekmeyi kapatamıyor, 5 Nisan 2016 sekmesini. O gün o sabah olanları ve sonuçlarını sık sık konuşuruz Nur’la ve çok güleriz. Evet, bunu baştan belirtmek gerekir diye düşündüm, biz o güne ait her şeye gözümüzden yaş gelene kadar gülüyoruz bugün. Tam da yıl dönümünde artık aklımda kalan ne varsa yazayım istedim ve bazı detayları teyit etmek için onlarla konuştum; annem, babam ve Nur’la. Böylece annem ve babamın, Nur ve ben gibi kahkahalar atarak anlatamadığını anlamış oldum, hatta annem net bir şekilde “kapatın artık bu konuyu” dedi, kapatmaya geldim.

Pazartesiyi salıya bağlayan gece 5:30 civarında evimizin kapısının kırılmasına ramak kala uyandık ve saniyeler içinde dördümüz de kapıdaydık yarı çıplak ve aslında uyanmamış şekilde. Hepimiz için ilk unutulmayan kısım bu, hala bir kapıya neyle ve kaç kişi tarafından vurulursa o ses çıkar diye düşünürüm. Kapı açıldığında karşımızda sayısız terörle mücadele ekibi polisi ve dev bir ışık vardı, o an bizi ışıkla uyandırıyorlar heralde dedim ama kameranınmış meğer sonradan anladım. Biz teröristlerin filimini çekiyorlarmış. Tek bir cümle ile galoşlarına davrandılar ve o cümle hepimiz için sadece bir uğultuydu, ama Şebnem‘in adı geçen bir cümleydi. Adı geçince 13 yaşındaki Nur elimi tuttu, annem babamın ismini fısıldadı, ben Nur’un elini tuttum, babam iç çamaşırlarıyla duruyordu, benim taytımda yırtık vardı ve üşüyordum, annemin suratı bembeyaz olmuş ve zaten yanındaki babamı ara ara sayıklamaya devam ediyordu. Kenara çekilip bu polis ordusuna yolu açtık, arkalarında en çok nefret ettiğimiz komşumuz vardı (en çok diyorum çünkü bizim komşumuz yoktu), ev dışından biri gerekiyormuş arama sırasında. Annemin gözleri “Bu mal olmak zorunda mıydı?” dercesine bakıyordu. Gerçekten de koca apartmanda onu mu bulmuşlardı, pes!

Bize kimse açıklama yapmadı. Şebnem çoğunlukla bizimle kalmıyordu. Soruşturmada gizlilik varmış, söylemediler ne olduğunu arama boyunca. Şebnem o gün de evde değildi. Biz hiçbirimiz hiçbir şey bilmiyorduk ve Şebnem iyi ki evde değildi. Polislerden sadece birinin, amirimsi olanın yaşı büyüktü ve başı sonu olan cümleler kurabilen tek kişiydi. Sorgu evrak işlerini falan o yönetiyordu. Arama işini (aslında arama değil dağıtma, hayatında bir kere bir şeyi arayan insanın bileceği üzere bu arama falan değildi) yapan polislerin yaşı Nur’a yakındı diyebilirim, dolayısıyla biraz heyecanlılardı.

Evin en arkasındaki oda bana aitti, oradan başladılar. Tahminlerinden daha çok vakit kaybettiklerine eminim, çünkü benim çok eşyam vardı ve her şeyi saklıyordum. Bir dolap sadece Gezi’den kalma anılardı, tek tek fotoğrafladılar, güzel çıkmışlardır eminim. Kim bilir hangi eylemden kalan ve atmaya kıyamadığım “Katil devlet hesap verecek” ve “Genel Ahlaksız” dövizlerini çektiler, ohh sefam olsun. Duvardaki Yılmaz Güney’i uzun uzun çektiler. Sonra hırçınlık seviyesi arttı ve kutularımı, defterlerimi, kitaplarımı yırtarak aramaya başladılar ve ben daha fazla izleyemez oldum. Zaten o adam da odamdaydı, nasıl temizlenirdi bu oda. Hem annem ne yapıyordu?

Annem tekli koltuklardan birine yanlış oturmuştu. Nur onun yanında elini tutuyordu. Birinin annemi koltuğa doğru itmesi gerekiyordu, düştü düşecekti. Acaba şekeri mi düşmüştü? Annem koltuğun o kadar köşesine oturmayı nasıl başarmıştı? “Annenize su verin” diye buyurdu bir kadın polis. Mutfağa yöneldim, arkamdan 3 polis geldi ve su alırken beni izledi. Manyak mısınız? Evi talan etme eylemi devam ediyordu, delikanlı polislerden biri babama “Kızınızın neler peşinde koştuğunu biliyor musunuz?” benzeri bir şey sordu. “Legal bir partiye üye benim kızım ne yapmış?, Seçimlere giriyor bu parti.” cevabını aldı. Evet çünkü bu elimizdeki tek veriydi, evde 7’den 70’e herkes siyasetle ilgili ve bilinçliydi ama Şebnem örgütlüydü ve babam dimdik onu savunuyordu. Tamam babam gereksiz kendindeydi, onu geçip yine anneme bakabilirdim. Nur ve Şebnem’in birlikte kaldığı odanın aranmasını izliyordu annem. Bayramlarda asmayı çok sevdiği Türk bayrağını, her bayram yıkayıp ütüleyip bu odadaki kütüphanenin alt çekmecesine koyar annem. Bir diğer delikanlı polis annemin bayrağını buldu ve ona “alt çekmecede olmaz bu” bakışı atarak üst raflara yerleştirdi. Umarım annem dersini almıştır.

Bu polis deryası içinde yavaş yavaş gerçeklik kaybolurken onları saymaya karar verdim, gerçekliği bulmak zorlaşıyordu çünkü, say İrem. 17 polis vardı evde, bu 17 ateşli silah mı demekti, yavaş yavaş gün ağarıyordu ve evin önünde iki araç daha polis olduğunu görebildim, kapıda sigara içiyorlardı. Onları da sayıya ekleyecektim ki annem geldi aklıma, herkes görüyordu kapıdakileri, utanacaktı bütün meraklılardan.

Kimliklerimiz ortalıktaydı, sürekli bir şeyler yazılıyordu ve biri babama “Bi de Trabzonlusunuz!” dedi. Biz Trabzonluyuz, aaaaaa biz Trabzonluyuz, iyi hatırlattın kardeş, ulan yuh be rüya mı görüyormuşum ben. Rüya olmadığının bir kanıtı varmış meğer, onu da Nur hatırlattı. Her şey bitince dördümüzü yan yana getirip, kameranın ışığını ağzımıza sokup, evde herhangi bir şeye zarar gelmediğine dair bir şey onaylatmışlar, babam da “çok dağıttınız ama” demiş. Şebnem’in iyi ki olmadığı bu aile fotoğrafımızda nasıl çıktık acaba, hiç bilemeyecek olmak üzücü.

Evin dışından şahit olan meraklı pisliğin sonlara doğru uykusu geldiği için evden çıkmak istediğini ve amirimsi polisin onu azarladığını da hatırlıyorum, evimizi aramanın bu kadar uzun sürmesi sadece o an hoşuma gitmişti. Son polis evi terkettiğinde camdan baktık, oha bu yüzden adı şafak operasyonuymuş dediğimi hatırlıyorum.

Bunlar yaşandı ve 1 saat içinde Nur okula, babam ve ben işe gittik. Dün Nur bana kahkahalar arasında bunu sordu, “Beni niye okula gönderdiniz? Arkadaşlarıma rüya gibi anlattığımı ama rüya olmamasını hatırlıyorum.” dedi. “Sahi niye Nur’u okula gönderdik, biz işe gittik?” diye sordum anneme. “Öyle olması gerekiyordu, biz yanlış bir şey yapmadık, bunu herkesin görmesi gerekiyordu.” dedi. “Anne biz böyle bir karar almadık, hatta aramızda hiç konuşmadık.” dedim, “öyle olur bazen…” dedi. Hepimiz okula, işe gidince, o gün bir sürü erkek tarafından talan edilmiş eviyle baş başa kalan, sonraki günlerde doğup büyüdüğü mahalledeki meraklı gözlerden kaçan, “onlar sormaya cesaret edemiyor, sıkıyorsa sorsunlar açık açık” diye meydan okuyan annemi fazla küçümsemiştim. Bizim kapımızı kırmadan önce komşuların (aynı zamanda ev sahiplerimiz) kapısını tıklatıp, “Tutmayın böyle insanları evizinde!” diye uyaran bir delikanlı polisin sebep olduğu mahalle baskısı ve devamında yaşadıklarımız başka bir yazıya konu olsun.

Peki ne olmuş? Yeni Türkiye’nin yeni akademisyenlerinden biri bir liste vermiş, biz bu kalabalık listedeki evlerden sadece biriydik. Adını anmak gereği duymadığım bu muhbirin adını günlerce dilinden düşürmedi babam. O gün evimizdeki silah sayısının yaşattığı korkuyu asla unutamıyorum. Bugün hala uyurken kapı ısrarlı çalınırsa büyük bir dehşetle uyanıyorum ve bütün gün kendime gelemiyorum. Galoş giyme ve galoş çıkarma arasındaki o kısacık ama bitmek bilmeyen zaman diliminde tek bir video dönüyordu zihnimde, polis kurşunuyla katledilen Dilek Doğan’ın annesinin evi terkeden polislerin arkasından attığı terlikler, hiç unutmadım. Nur’la birlikte operasyon sabahına gülerken de unutmuyorum. Annemin sözünü dinleyip, bu konuyu kapatmak istiyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *