Sen yaş mı aldın?
Bugün 23 Nisan, neşe dolamıyorum ama çocuklara adanmış bir bayramın akşamında ters cepheden bir konu üzerine bir şeyler yazmak istedim. Uzun zamandır düşünüp durduğum hatta artık (muhtemelen) yaşımızın etkisiyle arkadaş sohbetlerimizde de sıklıkla yakındığımız bir mesele: yaşlılık. Anne ve babalarımızın yaşlanmış olması gerçeği. 30’larındaki insanların ebeveynleri toplumsal olarak da ‘yaşlılar’ sınıfına atanıyor. Böyle diyorum çünkü hissedilen yaş diye de bir şey var ama o daha derin bir konu, geçiyorum. Ben gerçek anlamdaki yaş alma ve fiziksel bir yıpranma sürecinin başlaması üzerine düşünüyorum.
Tam olarak hangi anda yaşlanmış olduklarını idrak ediyoruz acaba diye düşündüm önce. Eskiden (ama sadece bir yıl öncesine kadar mesela) gündemde olmayan türlü türlü hastalıklarla sık sık hastane randevusu almak, okuma gözlüğüne ihtiyaç duymak, ağır yürümek veya erken uyumak gibi yeniliklerle mi farkediyoruz? Yoksa kelimenin gerçek anlamıyla emekli olmaları veya çalışmaya devam ediyorlarsa da “artık çalışmasa mı acaba” diye düşünmemiz mi? Artık hiçbir şey için büyük kavgalara girmemek mi acaba? Kavgaya gerek duymayacak bir uzlaşmadan bahsetmiyorum tabii (belki mümkündür de ben görmedim), buna gerek duymayacak kadar onları tanımak, tepkilerine alışmak veya iknaya uğraşmamak mı? Bu sonuncusu sanırım bizim yaş almamızla ilgili bir güncelleme, bunu da geçiyorum. Ben kendi cevabımı bulamıyorum, bazen laf arasında “işte o an anladım” diyorum mesela ama ‘o an’lar birden çok belli ki. Günün sonunda ortaklaştığımızı düşündüğüm şey şu: “babamın alnındaki şu çizgi şu sene oluştu” veya “annemin şu tarihte boyu kısaldı” gibi bir şey yok. Tabii bu birlikte yaşayan insanların birbirleriyle ilgili kilo alma verme durumunu yeterince hassas anlayamamasındaki etkiyle aynı. Hani meşhur “sen onu her gün görüyorsun, anlayamazsın” cümlesi.
Çok az da teknik cümlelerle ifade edeyim: çok ölçekli zaman serisi olarak ifade edebileceğimiz şeyler var. Zaman bağımlılığı olan herhangi bir değişken olarak (çoğunlukla boy örneği kullanılır) diz kireçlenmesini ele alalım. Burada vurgu ilerleyen yaşımıza bağlı olarak kıkırdak dokudaki aşınma veya kilo alarak dizlere binen yükü artırmamızda, tıbbi başka bir şey değil. Doğduğumuz gün saat ve dakikadan 60 yaşımıza kadarki zaman aralığında dizdeki kireçlenmemize bakabilseydik nasıl bir zaman ölçeğinde bakmak isterdik? Aylar veya yıllar bazında yani ‘yavaş zaman’ ölçeğinde mi, yoksa saatler bazında yani ‘hızlı zaman’ ölçeğinde mi bakmak mantıklı olurdu? Son 5 yıl içinden 1 saat seçelim, ne kadar değişmiş olabilir ki kireçlenme bu süre zarfında? İşte uzun yıllar birlikte yaşadığımız insanlarda bizler ‘yavaş zaman’ ölçeğini algılayamıyoruz, her ana tanıklık ettiğimiz için. Burada bir örnek de gençliklerinde ünlü olan ama sonrasında emekliye ayrılan, yani ‘yaşlı’ rollerde izlemediğimiz oyuncular için verilebilir. Onların yaşlı hallerini “görenleri şok etti” manşeti ile öğreniriz ve “ne kadar yaşlanmış” deriz, bazen tanımakta zorlanırız.
Asıl bağlamak istediğim yerde tadımız kaçacak. İnsan sadece her anına tanıklık etmeyi seçtiği insanların/hayvanların ‘hızlı zaman’ ölçeğine maruz kalmalı. Siyasetçilerin de yaşlanmış halleri -eğer görürsek- bizi şok etmeli. Yaşlı amcalar ve teyzelerin yönetici kadroları istilası zaten tüm dünyada ve anladığım çok eskiden beri tartışılan meselelerden. Bende bu sekme güzel ülkemizin son 20 yılına dair kısa bir belgeseli izlememle açıldı. Bugünün iktidar partisi başkanının 20 küsür yıl önceki halini görmek, babamı çocukluk albümlerimde görmek gibi hissettirmemeliydi. Bunda bir yanlışlık var, eminim.
Gelelim 23 Nisan’a. Şişli belediyesinin konvoyu geçti sokağımızdan bugün, hani halkın selamlanabildiği araçlar içinde başkan falan filan. Camlara çıkanlara el sallıyorlar, bayrak sallıyorlar, marşlar çalıyor. Bütün sokak izliyor, biz Erdi’yle çok yalnız olduğumuz için her türlü cama çıkma eylemini çok seviyoruz. “Başkanı gördün mü” diye sordu Erdi, “evet, şuradaki bembeyaz saçlı olan” dedim. Bu cevabım beni hoop çocukluğuma götürdü. 90’ların sonu olmalı, Mustafa Sarıgül’ün Şişli’yi ele geçirdiği yıllarda yine bir konvoy geçiyor sokağımızdan. Yine hepimiz camdayız ama başkan yürüyerek selamlıyor halkı, o zamanlar yürünüyordu demek. Bizim o zamanki ev giriş katı, parmaklıklar var. Bir camda ben, diğer camda annem Şebnem’le birlikte. Sıra bizim eve geldi, başkan benim elimi öptü, öbür cama geçti annemden Şebnem’i aldı pencereden, bir poz verdi fotoğrafçısına ve Şebnem’i anneme geri verdi pencereden. Bu aşırı saçma anı çok önemli değil tabii ama birkaç yıl sonra Nur doğdu, benden 12 yaş küçük kardeşim. Sonra yıllar geçti ve Nur okula başladı ve birgün okuldan elinde bir fotoğrafla geldi. Mustafa Sarıgül okulu ziyaret etmiş, her bir çocukla tek tek fotoğraf çektirmiş, fotoğraflar da düğünlerdeki gibi hemen basılmış ve verilmiş. Ben çocukken elimi öpen adam 12 yaş küçük kardeşimi de dizine alarak fotoğraf çektirmeyi başarmıştı. Fotoğrafı bu yazıya eklemek istedim ama bulamadık. Sonra hoşuma gitti bulamamak, ne işi var bu alakasız adamın benim blogumda, annem misin babam mısın. Adamın hala ekranlarda olmasını saymıyorum. Çekilin yahu, çocuklar nefes alamıyor.
Photo by Tima Miroshnichenko from Pexels.