Bir tatilin anatomisi
Son yaz tatilimde Ören’deydim, bilgisayarım hep açıktı, doktora danışmanım bana denizdeyken bile ulaşabiliyordu. Bu çok da tatil sayılamayacak günlerin üzerinden ara vermeden çalıştığım tam üç yaz geçmiş, farketmedim. Padova’nın alev alev iki yazından sonra, neyle karşılaşacağımızı bilemediğimiz bir Barselona yazına girdik. İtalyan arkadaşlarımın “ağustosta hastanelik olmamaya çalış” diye özetlediği bu kepenkleri kapatma ayı, Barselonalılar tarafından “Katalan takviminde ağustos yoktur.” şeklinde güncellendi. İstanbul bileti hakkımızı da temmuzun başında bir konferans için kullanınca, biz yine kaldık baş başa. Bugün ağustos bitti, bugün tatil bitti, yarın en güzel mevsimin ilk günü, ofise dönüyoruz, kafamızın içindekilerle ve çivisi çıkan dünyayla ilişkimizi minimuma indirecek kadar çok çalışmaya geri dönüyoruz. Çalışmaya övgü gibi düşünmeyin ama, çalışmamanın iyiliğini, güzelliğini unutmaya sitem, durmakla baş edememek, bir anksiyete kartelasından ooo piti piti yapmak gibi düşünün. İşte bu değişen tatil hallerini bir garip ağustos günlüğü gibi yazmaya karar verdim.

Dünyanın bütün halklarının çamaşırlarının balkonlarda birleştiği, aynı halkların müziklerinin ve mutfak kokularının gün boyu birbirine karıştığı bu sokakta oturuyoruz. Resmi dil Bengalce. Bu göçmen yoğun semt için Youtube’da sayısız “Barselona’da uzak durmanız gereken en tehlikeli bölge” içeriği mevcut. Biz de göçmen olduğumuz için bir sorun görmedik, aralarına karıştık, artık tehlike biziz. Kaldığımız ev tüm gününü dışarıda geçirecek turiste göre planlandığı için zorlanıyoruz ama ev de yok malumunuz.


Bu şekilde de iki hafta yerlerde sürünerek çalıştıktan sonra artık ağustosun son iki haftasında işi azaltarak bırakmaya, dinlenmeye karar verdim. İşten artırdığım her saate daha çok güncel siyaset ve varoluşsal sancılar girdi. Bir sabah sağlık anksiyetesi, bir akşam ben annemi özledim, bir öğlen ben ne yapıyorum, bir gece sen kimsin. Tatil neydi, tatilde ne yapıyorduk ya da yapmıyorduk hatırlayamadım, her şey birbirine girdi ve sonunda tatil bitiyor diye kaygılanmaya başladım. FOMO’ya (“bir şeyleri kaçırmanın korkusu”) karşı JOMO’yu (“bir şeyleri kaçırmanın keyfi”) öğrenmiştik halbuki, öğrendiğim ve kullanamadığım pek çok şey gibi bunu da kullanamadım. Tek bir gerçek vardı tüm gerçeklerin üzerinde: çok sıcaktı. Çok sıcaktı ve benim çok saçım vardı. En son çocukken annemin zorlamasıyla kısa kestirmiştim, Gülben Ergen’in Dadı saçıyla kandırılmış ama Müslüm Gürses olmuştum. Bu sağlam veriye rağmen bilmediğim bir şehirde tanımadığım bir kuaföre gittim ve kısacık kestirdim, pişman değilim ama o kadar da ferahlamadım nedense.


Bazı kitapları ve bazı filmleri konularını okuduktan sonra bekleme listesine alıyorum yıllardır. Kesinlikle okumalıyım/izlemeliyim ama “şimdi değil” listesi gibi düşünülebilir. Kaygılarım ve kontrolüm dışındaki her his için aldığım şu önleme bakar mısınız? Bu filmlerden biri “The Worst Person in the World” idi ve tepesinde “asıl şimdi hiç değil” ışığı yanmasına rağmen, yeter be dedim ve izledim. Filmin sorgulattıklarından manyak gibi kaçtığım için iyi gelmedi, ama şu cümleyi de ne yapacağımı hiç bilemedim:
“I wasted so much time worrying about what could go wrong but what did go wrong was never the things I worried about.”
(Neyin ters gidebileceği konusunda kaygılanarak çok zaman kaybettim ama ters giden şeyler hiçbir zaman kaygılandığım şeyler olmadı.)


İzlediklerimin arasında da düşünmeye ve kaygılanmaya devam ettim. En yakın arkadaşlarımdan daha çok instagram ve twitter’da takipleştiğim, ideolojik olarak daha yakın olduğum arkadaşlarımla konuşuyorum artık. Annemi ve babamı eskisine göre daha çok arıyorum, saatlerce konuşuyoruz. Nur’a her zamankinden daha çok ihtiyacım var gibi hissediyorum. En yakınlarımın bebeklerini göremeden geçiyor yıllar. Yemek yerken soykırım haberi izleyerek geçiyor günler. Eskiden nasıl dinleniyorduk diye düşünerek geçiyor tatiller.

