Sen bu diziyi izler misin sence?
Lisans yıllarında fizikten daha önemli olan şey sinemaydı benim için. Çünkü lisede hormonlarımın sesini bastırabilen tek şey sinemaydı ve sadece kaldığım yerden devam ediyordum. Net bir idealim vardı sinema üzerine ve ben yanlış yerdeydim gibi değil ama, daha çok ilgimi çeken veya zaman ayırırken uykumun gelmediği bir şeydi diyelim kabaca. Lisede sadece İstanbul Film Festivali’ni bilirdik, sonra irili ufaklı bir sürü başka festivalle tanışmıştım ve sanki bütün bir yılı donatmak mümkündü İstanbul’da. Kolay kolay izleme fırsatı bulamayacağım filmleri festivallerde iştahla tüketirken, bir yandan avm sinemasında part time çalışan bir gişe görevlisi olarak vizyon filmlerinden de geri kalmıyordum, hem de ücretsiz, hem de bütün afişler benimdi.
Bir filmi sinema salonunda izlemenin, seyir eyleminin kendisinin ve vaktin çoğunun Beyoğlu’nda geçmesinin dışında bir şey daha vardı aşırı keyif aldığım: izlediğim film için kimler neler demiş okumak. Sinema dergilerini, okulların sinema kulüplerinin etkinliklerini ve türlü sinema bloglarını güncel siyasetten daha çok takip ettiğim yıllardı. Sonra ‘ben ne anlarım’ demeden (o zamanlar bu kadar özgüvensiz değilim demek), ama kimseye de okutma cesaretini gösteremeden izlediğim filmler üzerine yazmaya başladım. Bu yazıları tuttuğum klasöre lisans tezimde kullandığım kodlar kadar değer vermemiş olmalıyım ki hiç yedeklemedim. Ve sonra bir gün, bir yetkili servis bayiinde, bir görevli, ‘korumalı format’ ücreti alarak ama ‘korumadan’ format attı lisanstaki bilgisayarıma. Tüm lisans derslerime ait belgelerim, sayfalarca laboratuvar raporları ve bir sır gibi sakladığım film eleştirilerim(!) yok oldu, hiç olmamış gibi oldu. Hikayenin sonu. Sonra Serkan o görevliyle yüzleşmeye benimle geldi ve ‘o servisin en yetenekli format atanı’ olduğunu iddia eden adama yapay zekanın verdiği yetkiye dayanarak şöyle bağırdı: “Ne diyorsun be adam, birkaç yıla işsiz kalacaksın sen!”. Sonra belgelerim korunsun diye fazladan verdiğim ücreti geri aldık -yalan söylüyorum Serkan aldı, ben alamazdım- ve çıkıp iki sigara yaktık.
Yine nereden nereye gitti konu. İzleme deneyimim çok değişti yıllar içinde. Üst üste dört filmi keyifle izleyebilen ben artık yattığı yerden bir sezon dizi bitirenlerdenim, ama hadi onun yerine bir film açalım?, yok istemem. Neden bilmiyorum ayda bir iki film izliyorsak iyi diyorum, allah artırsın. Heh şimdi buradaki ‘biz’ vurgusuyla değişen ikinci kritik noktaya geçebilirim. Son üç senedir yalnız yaşamıyorum ve ne izleyeceğime tek başıma karar vermiyorum, evet eşimden bahsediyorum. İşten çıkıp aynı saatlerde eve dönen iki insan olarak birlikte bitirdiğimiz dizilerimiz, filmlerimiz vardı. Eskiden yaptığım gibi bir geceyi veya bir haftayı bir yönetmene ayırmak gibi bir etkinliğim yoktu artık, karantinanın başında iki arkadaşımızla haftalık film izleyip tartışmaya başlamıştık, oldukça da keyifliydi ve uzun da sürdü ama iş güç işte, bitti. Erdi’nin işsiz kaldığı ve bütün günü ben çalışırken evde yalnız geçirdiği zamanlarda bir reform yaşandı. ‘Sen bu diziyi izler misin sence?’ sorusu gündemimize bomba gibi düştü ve benim olumsuz cevabımla başlayan bir ayrılık: ‘Birlikte izlediğimiz diziler’ ve ‘onun kendi dizileri’. Erdi’nin işe başlayıp da benim evde yalnız çalışan birine dönüşmemle birlikte üçüncü dönem resmen başladı. Artık benim de kendi dizilerim olabilirdi, hatta belki filmlerim off.
Kıvranıp durduğum ama diyemediğim şey şudur, bu uzun duraklama dönemi sonrasında ben izlediklerim(iz) üzerine düşünmeye ve okumaya yeniden başladım. Evet düşünmek çünkü mesela bazı izlediklerimi(zi) aslında ben izlemedim, sadece baktım. Dahası bu dizilerin/filmlerin düşündürdükleri üzerine yazmaya da karar verdim.
Ben hala yazmak istediğim bir konu belirdiğinde zihnimde kendimi sorguluyorum, “neden yazayım ki bu konuda?” diyorum. Geçen hafta sonu bir nefes almak için katıldığım bir içerik atölyesinden öğrendiğim ve çok sevdiğim şu cevabı veriyorum kendime bundan sonra “çünkü neden olmasın!”.
Photo by Donald Tong from Pexels.