Böyle olacağını bilsen yine de gider miydin?
Doktoranın sonuna doğru öyle bunalmıştım ki aldığım ilk postdoc teklifini fazla düşünmeden kabul ettim. Böyle söyleyince de başvurularda pek seçici değilmişim gibi tınlıyor ama öyle değil, öncelik her zaman İtalya’daydı ve sadece hoşuma giden projelere başvurmuştum.
Ocak 2023’te teklifi kabul ettim, Haziran’da da uzaktan (evimin konforunda) iş başı yaptım. Aradaki bu beş aylık süreçte 7 Şubat depremlerini yaşadık, tez savunmasına girdim, deli gibi çalıştığımız 14 Mayıs seçimleri geçti ve biz bir türlü taşınma moduna geçemedik. İki senelik bir proje olduğu için evimizi kapatmamaya karar verdik, ayrıca Erdi işini uzaktan yürütecek ve İstanbul’a sık seyahat edecekti. Hal böyle olunca ağustosta tatile gider gibi yazlık kıyafetlerimiz, bir miktar kitap, çay bardakları ve rakı kadehleriyle dolu dört valizle yola çıktık. Bir senelik İtalya dökümü yapmadan önce bu arka planı kısaca sunmak istedim. Bizim göç deneyimimize bu sıraladığım çok da mühim görünmeyen detaylar damgasını vurdu çünkü.
Bugün artık olan biteni Erdi’yle sakin sakin masaya yatırdığımızda zihnen hiç hazır olmadan taşındığımızı idrak ediyoruz. Aslında neden hazır olmadığımızı İstanbul’daki son aylarımıza baktığımızda görüyoruz, “biz bi bakıp çıkacağız, zaten çok işimiz var dönmemiz lazım” modu bize pahalıya patladı ve annemin “askerlik gibi düşünün” telkini hiç yardımcı olmadı. Hadi bizde durum bu, peki göç edilen şehir/ülke hiç mi yardımcı olmadı? İşte bu z raporunda İtalya’nın artılarını eksilerini 30’ların ortasında göç eden bir çift gözünden irdelemek istiyorum.
Öncelikle biz İtalya’yı, kültürünü, doğasını, mutfağını, dilini çok seven bir çiftiz. Baştan olumlu bir giriş yapmak istedim çünkü İtalya bizi çok zorladı. Hepimizin oradan buradan aşina olduğu şu ağır “İtalyan bürokrasisi” fenomeni insana hayatı zindan edebiliyor. İstanbul’a işi gereği sık sık dönmeyi planlayan Erdi tam 14 aydır İtalya sınırlarından çıkamıyor, çıkarsa geri gireceği kartı hala gelmedi çünkü. Bu arada bu bürokratik ağırlık kendi yurttaşlarını da çileden çıkarıyor, pasaport yenilemek için başvuran bir İtalyan bir sene sonrasına ancak randevu alabiliyormuş. Roma ve Milano gibi büyük şehirlerde bu süreler görece kısalabiliyor ama Padova gerçek bir cehennem bu anlamda.
İkinci önemli gündem emlak krizi. Hani Londra ve Berlin gibi şehirlerdeki kiralık ev problemini hep duyarız ya, işte şimdi o karanlık listeye Padova’yı ekleyelim. Venedik’e trenle 20 dakika uzaklıkta küçük bir üniversite şehri Padova. Pandemi döneminde nasılsa kimse gelemiyor hesabıyla kontenjan artıran üniversite, pandemi bitince tüm öğrencilerin akın edeceğini ve mevcut barınma sorununun artacağını hesaplayamamış. Aşırı turizmden muzdarip Venedik turistlere şehre giriş harcı başlatırken, turist yatak sayısı sorunu Padova’ya da sıçrıyor ve böylece öğrenciler ve emekçiler için ev bulmanın mucize olduğu bir şehre dönüşüyor burası. İlk 3 ayımızda 6 ayrı evi geçici olarak tutabildikten sonra asıl evimizi ancak paylaşımlı olarak bulabildik. Bugün barınma küresel ölçekte bir kriz evet ama biz ev bulmadan bir yerden bir yere taşınmamak gerektiğini acı yoldan öğrenmiş olduk.
Öte yandan işsizlik oranı yüksek, maaşlar düşük, yerel genç nüfus göç ediyor. İngilizce konuşma oranı çok düşük, Erdi ortalama bir İtalyanca seviyesine geldiğinde ancak derin bir nefes alabildik. Almanya’da İngilizce kahve siparişi verdiğimizde göz deviren bir baristaya denk gelmiştik, biraz şok edici bir deneyimdi. İtalya’da durum farklı, ne istediğinizi anlayana kadar yüzünüze İtalyanca bağıran insanlar çoğunlukta. Zaten sınırlı olan iş imkanları bir de İtalyanca filtresiyle iyice daralıyor. Erdi’nin başvurduğu sosyal işlerde dil bariyeri bir nebze anlaşılabilir ama benim alanımda yani veri işlerinde bile ilanlar İtalyanca çıkıyor.
İtalyanca bilmemek sinemada da başımıza bela oldu. Burada çok güçlü bir dublaj kültürü var ve insanlar eğer bir gün dublaj bırakılır orjinal seslendirmeye dönülürse sinema salonlarının boş kalacağından eminler. İtalyanca dublajlı filmler izleyecek kadar kültürel etkileşimimizi artıramadık tabii, sinemayı salonda seven ben bu anlamda biraz zorlandım. İstanbul gibi kültür-sanat show şehirlerden sonra küçük bir şehirde bu denli kapalı bir hayat yaşamak insanı biraz zorluyor. Ama Venedik Film Festivali’nde film izlemek gibi bir şansımız var ki, belki de bedeli koca bir yılı bu kadar sınırlı kültür-sanat aktivitesiyle geçirmekti, ben okeyim.
Irkçı bir muameleyle hiç karşılaşmadık. İnsanlar büyük çoğunlukla sıcak, samimi ve yardımseverdi. Tek istisna emlakçılardı, belki bu meslek grubu ülke sınırlarını kaldırıp gizli bir çatı örgüt kurmuştur diye bile düşündük. Ciddi bir kuzey-güney ayrımı var. Instagram’da izlediğimiz o minnoş içerikler çoğunlukla güneyden, güneylilerden. Bu arada göçmenlere karşı kötü bir muamele olmaması şehirlerarası bile birbirlerinden pek hazzetmiyor oluşlarından olabilir, belki bize sıra gelmemiştir. Sokakta, toplu taşımada, restoranda herkes herkesle güleryüzle selamlaşıyor, bu benim favorim. Sohbet edebilecekleri her fırsatı hemen değerlendiriyorlar ve bu anlar hep keşke şu dili çözebilseydim anları olarak kalıyor bende. Çok yüksek sesle konuşuyorlar ve dili bilmeyen biri için her an kavga çıkacak hissi oluşuyor insanda.
Sokaklar koşan, yürüyen, bisiklete binen her yaştan insanla dolu. Bu kadar karbonhidrat tüketen bir millet nasıl bu fit vücutlarla arz-ı endam ediyor sorusunun arkasında bu yerleşik spor kültürü var gibi. Genel olarak hoş giyiniyor insanlar ve takı çok seviyorlar. Her yaştan ve tarzdan erkekte altın zincir kolye mevcut ve o kadar gözüm alıştı ki Erdi de taksa mı acaba diye düşünüyorum. Asla anlayamadığım tek moda ağustos ayında bile kadınların (çoğunlukla kovboy) çizmelerini bırakmaması. Hiç beğenemediğim şu tırnak furyası burada da çok yaygın ve sektör uzakdoğululara emanet.
Hadi mutfağa geçelim. Biz dışarıda yemek yemeyi, mekan keşfetmeyi çok severiz. Mekan çalışanlarıyla tanışmak, müdavimlik mertebesi ikimiz için de vazgeçilmez. Yeni yeni idrak ediyoruz ki, bunun böyle olmasının sebebi İstanbul’un kendisi, mekan sayısı, çeşitliliği. Ben herhangi bir yemek için 1 annem 2 şu mekan diyebilirim İstanbul’da. Sevdiğim, canımın çektiği her şeyi yapabilen güzel ve temiz en az bir mekan kesin biliyorumdur, bilmesem de bilene sorar bulurum. Padova’da durum böyle değil, apartmanların içinden, sokaklardan, bir pencerenin önünden aklınızı uçuran bir koku duyabilirsiniz. Ama o yemeği dışarıda bulmak o kadar kolay değil. Restoranlar pizza/calzone/pasta üçlemesiyle hayatına devam ediyor çünkü ülke lokomotifi turizm. Geleneksel tarifleri bulabileceğimiz “trattoria”ların da artık eskisi gibi ucuz, doyurucu ve güzel yemekler sunmadığını, turistlere hitap eden restoranlara dönüştüğünü söylüyor İtalyanlar. Öte yandan en turistik mekanda bile kullanılan malzemelerin kalitesi insanı/midesini mutlu ediyor, vasat altı bir gıda ürünü tanımlı değil gibi bir standart yüksekliği var. Bunu zaman içinde gluten ve laktoz hassasiyetlerimizin azalması ve reflünün ne olduğunu unutmamızla da doğruladık.
Yediklerin senin olsun bize içtiklerini anlat. Aperol spritz zaten çok seviyorduk ben burada Prosecco’cu oldum. Prosecco bizim de dahil olduğumuz Veneto ve Friuli Venezia Giulia bölgesine ait, nereye oturursan otur bir kadeh Prosecco sipariş et demişti Trieste’deki hocam, söz dinledim. Öyle engin bilgili insanlar değiliz şarap konusunda, bazen indirimdekini bazen de tasarımını beğendiğim şarapları denedik, bu vizyoner tutumumuz hiç utandırmadı şu ana dek. Erdi biracı bir insan olarak mutsuz çünkü bira içilen masa nadiren görünüyor burada. Ev yapımı limoncello da bana babamın limonatasını hatırlatan bir paralel evren bonusu oldu burada.
Sonsuza dek kavrulmuş, yakılmış ve ekşi aromalı çekirdeğin kahvesini sevmem, başka da kriterim yoktur. Bu iki senaryo da İtalya’da yok, rahatlıkla hiç kötü kahve içmedim derim. Ama İstanbul’da alıştığımız kahveler (americano, latte, cold brew) o kadar yok ki Padova’da, insan şoka giriyor, nasıl bu kadar kulağınızı, gözünüzü kapattınız arkadaşlar diye bağırası geliyor insanın. Kahve single espressodur (Trieste’de sadece black deniyordu), capuccino sabah saatlerinden sonra sipariş edilmez, bunun dışındaki her sipariş sizin buralı olmadığınıza dair bir işaret fişeğidir. Sabah granül kahveyle bir sürahi kahve yapıp, onu gün içinde americano diye vereni bile gördük, allah affetsin sizi ne diyeyim.
Girişte sunduğum gibi, düzenini kurmuş orta yaşlarda bir çift için düzensizlik ve belirsizlik dolu bir parantez oldu bu yıl, dolayısıyla çok zorlandık. Politik bilinç sahibi, örgütlü insanlar olmanın bedelini de Türkiye gündemiyle paralize olduğumuz ama dayanışma içinde olduğumuz gruplardan uzak düşüp yapayalnız hissettiğimizde ödedik. Bu bir ilk yazıydı, daha göç odaklı tartışmalarla devam etmeyi planlıyorum, arrivederci şimdilik.